31 Ekim 2008

Yiğidi Öldür Hakkını Yeme








Fatih Altaylı'ya hep bir antipati duymuşumdur. Tipinde mi yoksa konuşmasında mı seçemiyorum ama beni rahatsız eden bir şeyler oldu hep.



Doğan Grubu'nun basın organlarınıysa severek takip ederim. Hürriyet en çok ve en beğenerek okuduğum gazatedir mesela. Ya da ne zamandan beri eve D-Smart aldırmaya çalışıyorum. Sırf bu yüzden ders çalışıp notlarımı yükseltmeye başladım.

Üstteki iki paragrafı yazmamın nedeni birazdan okuyacaklarınızın sizde tersi bir düşünce uyandırmamasını istememdir. Çünkü her zaman "Yiğidi öldür hakkını yeme" atasözünün arkasındayım.

Fatih Altaylı geçtiğimiz gün Doğan Grubu'yla ilgili öyle bir yazı yazdı ki hayatım boyunca ona sempati duyduğum tek anı yaşadım. İşte o yazı:

Reklam için şantaj
Hürriyet Gazetesi, daha doğrusu Doğan Grubu, Turkcell’in “Mustafa” filmine sponsor olmamasını diline doladı gidiyor. Günlerdir bu yönde yayınları var. İddialarına göre Turkcell “İktidardan” korktuğu için, Atatürk filmine sponsor olmamış. Oysa olayın bununla alakası yok. Turkcell’in Can Dündar’ın Mustafa ilmine sponsor olmamasının nedeni iktidar korkusu değil, tam tersine Atatürk’ü sevenler. Çünkü film, dün bir yandan Turkcell’i karalayan Vatan’ın da yazdığı gibi, tartışmalı. İçinde Atatürk’ü sevenleri üzecek bölümler, bölücülerin “Bakın biz diyorduk” demelerine yol açacak iddialar var. Turkcell de büyük ihtimalle bunlardan çekindiği ve “Tartışmalı” bir Atatürk filminde yer almamak için sponsor olmamış. Atatürk’ü Can Dündar’ın gözüyle görmek, bu gözdeki olası bozukluklara ortak olmak istememiş. Son derece normal, son derece sıradan bir davranış. Hiç bir kurum önüne getirilen her projeye ortak olmak zorunda değil. Turkcell, Doğan Grubunun iddialarının tam aksi bir nedenle Mustafa filmine sponsor olmayınca Doğan Grubu aradığı malı bulmuş. Niye mi?Çünkü Doğan’ın Turkcell’le ciddi bir hesabı var. Turkcell yıllardır Doğan Grubuna reklam vermiyor.Doğan Grubu bundan rahatsız. İki nedenle rahatsız. Birincisi ciddi bir para kaybediyorlar. Reklam pazar paylarının yüzde 60 civarında olduğu düşünülür ve Turkcell’in yılda 100 milyon YTL harcadığı göz önüne alınırsa, parasal kayıp 60 milyon YTL. Dahası Turkcell, Doğan Grubu gazete ve televizyonlarına tek saniye veya sütun reklam vermeden reklamını yapabiliyor, pazar payını arttırabiliyor, pazar lideri olabiliyor, kalabiliyor. Yani reklam verenlere “Doğansız da olabilir”i kanıtlıyor. Bu iki durumdan rahatsız olan Doğan Grubu, Turkcell’e her fırsatta saldırıyor, kendisine reklam vermediğine pişman ediyor. Mustafa filminde de aynen öyle oldu. Önce Can Dündar çıktı, “Turkcell bana sponsor olmadı” dedi. Ardından Doğan Grubu saldırıya geçti. Can Dündar bundan sonraki projelerine sponsor olmayacak olanlara sıkı bir gözdağı verirken, Doğan Grubu da kendisine reklam vermeyenleri ne hale getirebileceğini göstermeye çalıştı. Bunun adı “Şantaj gazeteciliğidir” Reklam vermeyenin karalanarak reklam vermeye yönlendirilmesidir. Yayın yönetmeninden yazarına kadar toplu halde yapılan bir şantajdır. Medyada gelinebilecek en aşağılık nokta budur. Doğan Grubunu geldikleri bu noktadan dolayı kutluyorum.

18 Ekim 2008

Yalan[cı(lık)]

Yalan nedir? Olmayan bir şeyi olmuş gibi gösteren söz, davranış vb. şeylerdir. Yalancı da olmayan bir şeyi olmuş gibi gösteren kişidir.



Cem Yılmaz'a göreyse yalanın tanımı aynıdır ama yalnacının tanımı bu değildir. Yalancı yalanı söyleyemeyen kişidir. Çünkü yalanı söyleyebilse, yedirebilse zaten yalan söylediği anlaşılmaz ki yalancı diyebilesin.

Yukarıdaki iki yalancı tanımının arasında bir ortak okta var. İki tanımdaki x kişisi de olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermeye niyet ediyor. Bunun başarılıp başarılamamasıysa farklı bir konu.

Aslında bir ortak noktası daha var bu iki tanımdaki yalancının. Niyet aynı olduğundan bu sözcük hakaret içeriği içerir. Sonuçta kötü bir niyetin olduğu söyleniyor sana. Bu da hakarettir.

Hem kendini savunan kişinin hem de karşısında olan kişi aynı şeyi savunurken aksini iddia edip bir de sadece karşısında duran kişiye "yalancı" demek hakaretin büyüğü değil midir?

Bir de bunu yaptıktan sonra bütün sınıfa nutuk çekip derse geçmeden önceki son sözü "Hayatım boyunca kimseye hakaret etmedim, etmem de!" olunca bu iş iyice pisleşiyor.

Yaşayanlara seam olsun.

16 Ekim 2008

Bir şey bilmeden konuşmamak







Cem Yılmaz'ın gösterilerini hemen hiç sevmedim. Hepsini izledim bu güne kadar ve hepsinde genel tema "Ben bu ülkenin en iyi "stand-up"çısıyım" şeklindeydi sanki. Çoğu esprisine millet karnını tutarak gülerken ben gülmüyordum. Ama şu son Telekom gösterisinde olay değişti.











Annemi kırmamak için DVD'yi sürücüye yerleştiren ben bütün esprilerde hayatımda hiç gülmediğim kadar güldüm. Çünkü gerçek olan hiçbir şey alatmıyor kafadan ne eserse söylüyordu sanki. Komik kısmı da buydu haksız yere dalga geçeceği bir şey yoktu ortada. Çünkü bildiği bir şey de yoktu. Gülsem de saygım iyice azalmıştı. Hatta tüm arkadaşlarım AROG'a gitme planları yaparken ben "Ben gelmicem sevmiyorum böyle şeyleri" havasındaydım. Ta ki bu güne kadar.




Bu gün hayatımda 2. kez Milli Güvenlik dersine girdim. Ve Cem Yılmaz'a olan bütü saygımı geri kazandım. Çünkü askerlikle ilgili salladığı bir şey yokmuş. Tabi bunları izlerken gene gülebiliyorum ama artık saygımı da eksik etmiyorum. Bir Milli Güvenlik dersinde Cem Yılmaz'ın o esprilerinden oluşan bir kesit izledik. Koskoca albay bir de bu videoyu izlettiren adam.




Demek ki bir bildiği varmış sahiden.

Tuvalet?




haber, veteknoloji.com'dan alındıtıdır.








Geçtiğimiz pazar Kazakistan’dan fırlatılan Soyuz TMA-13, uluslararası uzay istasyonuna dün bağlanırken, astronotlara ve uzay turisti Richard Garriott’a kötü haber geldi. NASA ile Rus Uzay Merkezi tarafından açıklanan habere göre uzay turistinin 10 gün kalacağı istasyonun ana tuvaleti sorun çıkarmaya başladı. Su kullanılmadan çalışan uzay tuvaletinin atık maddeleri parçalayan ve ardından vakum ile bir hazneye gönderen pompalarının tekrar devre dışı kaldığı belirtildi.


Yedek tuvalet var ama


Soyuz aracında sınırlı hacimde yedek tuvalet bulunduğu ancak aracın artan personelin ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamayacağı düşünülüyor. Garriott ile birlikte UUİ’ye Amerikalı astronot Michael Fincke ile Rus kozmonotu Yuri Lonçkov gitti. Geçtiğimiz yıl benzer şekilde arıza yapan UUİ tuvaleti, NASA tarafından 19 milyon dolar harcamayla değiştirilmişti.


Bir zamanlar "Goal" dergisinin arkasında bir eğlence köşesi vardı. Onda böyle eğlendirmek için saçma sapan haberler veriyorlardı. Okuyunca hatırladım bir an 3-4 yıl öncesini. Tıpkı o haberlere benzettim.

15 Ekim 2008

Saygı



Eelectronic Arts'ın son yıllardaki kalite olarak düşüşü malumunuz. Bunun altında diğer firmaların ağırlıklarını hissettirmeye başlaması kadar firmanın müşteriye duyduğu saygının bitmesi de yatıyor.
PES mi FİFA mı karşılaştırmaları bir zamanların en çok yapılan arşılaştırılmasıydı. FİFA oynanış açısında atari oyunu gibi bir oyunu karşımıza sunarken PES'in oynanışı kendini maçın içinde görmee neden oluyordu. Öte yandan FİFA grafiklerde ve kadrolarda çok bariz bir üstünlük içerisindeydi. PES'de tokalaşırken birbirlerinin omuzlkarını tutan adamlar ve Konstantpols (Fenerbahçe) diye takımlar vardı.
PES 2009 ve FİFA 2009'un resmi çıkış tarihlerinin çok yakın olduğu bu dönemde ise bu karşılaştırma hemen hiç yapılamıyor. İki oyun da internet ortamına tam sürüm olarak düştü, bunu bilmeyenlerse demolarını takip ediyorlardır. FİFA mause ile şut çekip, pas verme gibi şeyleri ayarlasa da bunun kullanılışı klavyeden daha zor. Şut ve pası karıştırman her an olabilecek bir şey.
PES'de ise artık gelişim sonuna dayamış noktasında. Tamam Allah'ın cimrisi KONAMİ para verip takım lisanslarını almamış olabilir ama o grafikler FİFA'yı epey bir geçmiş gibi gözüküyor. Yanlış yazılan oyuncu isimlerini sadece yüzlerine bakarak değiştireilirsiniz o derece.
Kısacası PES farkı bu kadar açmışken kimse bu saçma tartışmaya giremiyor.
Diğer bir EA Sports rezaletiyse NBA Live serisiydi. 2001'den beri oynanışı gelişmesine rağmen yan istekler (bütün ALL-Star etkinlikleri, 90'lar gibi karmalar yerine 97 BULLS'u gibi efsane takımlar vb.) hiç gözönüne alınmazdı. Grafikler zaten 2007 yılına kadar yerlerdeydi. Grafikler 2007 yılında biraz geliştirilirken bu sefer oynanış kalitesi düştü. Superstar ve Allstar haraketleri Kobe, Garnett, Pierce gibi oyuncuları hiçbir şekilde durdurulamaz hale getirirken, maçlar saı cümbüşüne dönüyordu ama savunmadan eser yoktu. Sonrasında 2008 çıktı ki onun rezaletini anlatmaya bile gerek yok. Tarihin en kötüsüyle karşılaşmıştık bu alanda. NBA Live 99 bile daha iyi denebilirdi. EA'in hiçbirşeyi tam olarak yap(a)mamasının daha doğrusu yapmak istememesinin altında yatan nedense PC alanında rakipleri olmamasıydı.
Bu sırada 2K Sports adlı bir firma PS formatndaki oyunlarla sesini duyuruyordu. Özellikle NBA 2K serisi bütün özellikleriyle NBA Live'ı katlarken bütün basketol oyunu severler 2K serisinin PC formatında çıkması için dua ediyordu. 2K Sports firması da 2008'deki kazandıkları muhteşem zaferin ardından PC formatında çıkma kararı aldı. Ama bu halen söylenti olarak dururken EA Sports'un verdiği karar çok ilginçti. NBA Live 2009'un PC formatında çıkmayacağını duyurdular. Sonradan işler kesinleşti ve yıllardır EA'in oturduğu tek partili sistemin te partisi konumuna 2K firması oturdu.
Daha vermek istediğim bir kaç örnek olsa da artık okula gitmem gerekiyor. O yüzde arık konuyu bağlanayayım:
Konunun başında saygı dedim ve bütün yazı da EA'in saygı anlayışından bahsettim. Alanlarında tek oldukları için kendilerini zerre geliştirmee, alanlarına gelen rekabetten hızlı bir şekilde uzaklaşma gibi. Bunlar hiçbir oyunseverin katlanabileceği şeyler değil. Hem yıllarca berbat oyunlarla izi madur et sonrasında biraz rekabet ortamı çıkınca iyi bir oyun yapmamk için pes et. Bu şey Harry Potter oyunları için de geçerli. Yıllardır o muhteşem serinin bir tane adam gibi oyunu çıkmadı. Ama ona rakip olarak dandik başka oyunlar da çıkmadı ve EA oyunları hiç geliştirmedi. Ama LOTR serisinde ilk EA oyunuyla berebaer dandik gundik bir dolu LOTR oyunu fırladı internetten onlar da kaliteyi en yüksekte tutarak farklarını gösterdiler.
Bakalım EA rekabetten ne zaman sıkılıp da FİFA'yı PC dünyasından çekecek?

14 Ekim 2008

"TM Öğrencisi" olmak...

Okullar açılalı (tatiller fazla olsa da) 1 aydan fazla oldu. Ama çoğu kişi alışamamış gibi görünüyor. Özellikle ben ve benim gibilerin işi daha zor. Çünkü 10. sınıfız ve bölüm olarak TM seçmiş durumdayız. TM sınıfları bildiğiniz gibi tamamen karma oluşturulur ve fen sınıflarının yanında hem sınıf mevcutları hem de sınıf sayısı olarak ezik kalır.

Peki TM öğrencisi olmak nedir, ne değildir? 1 aylık bir süreçte bu sorunun cevabını ne kadar bulabildiğime bir bakalım.

TM sınıfları herkesin dediği gibi kesinlikle yatma veya yapamayanların yeri değildir. Emin olun fen sınıfları TM sınıflarından daha az hırpalanıyor derslerde.

Şöyle kanıksanmış bir şy var: Fen sınıfları sözel derslerin tümünü görürken TM sınıfları fen derslerinin hiçbirini almıyor. Bu da TM sınıfında okumayı çok daha kolay hale getiriyor.

Olaya bu şekilde bakarak varılacak yargı kesinlikle yanlıştır. Kendi okulumdan örnek vermek gerekirse:

-Fen sınıfları coğrafya derslerini, ağır bir fizik dersi yerine konmuş bir dinlendirici 45 dakika olarak görüyor.
-TM sınıflarıysa aynı coğrafya dersini fizik dersi ağırlığında görüyorlar ve onların dinlendirme dersi gibi bir şansları yok. Bu da TM sınıfında okumayı çok zor hale getiriyor. Ama sonunda meslekedinmek var mecbursun okumaya.

TM sınıflarının problemlerinden bir diğeriyse genelde sınıfların azizliği oluyor. Ablam da TM seçmişti benim sınıf 8 kişi diye harita odasını falan sınıf diye kullanmışlar. Bizim durum da farklı değil. Bir sınıf büyüklüğündeki bölümün yarısı müdür yardımcısı odası yarısıysa bizim sınıf olarak yapılmış. Sınıfta nefes alamıyorsun bazı durumlarda. Beden Eğitimi dersinden mi geldin? İşte o zaman bittin. Zehirlenmediğine şükrediyorsun sınıftan çıkarken.

Bir başka sorun da öğretmenler. Derse giren her sözel ders öğretmeni kendini edebiyatçı olarak görüyor. Bütün sözel ders öğretmenleri okumamız için kitap veriyor sanki. Hele bir coğrafya öğretmenim var ki kendini tamamen buna kaptırmış durumda. Sene içinde 35-40 kitap okutacağını söyledi ki kitaplar kendi keyfine göre seçilmiş. İlk kitap olan Martin Eden haytımda okuduğum en sıkıcı kitaptı. Bir sonraki kitap "Ben Dünyaın En Akıllı Adamıyım" ise daha önce okuduğum bir kitaptı. Ve emin olun aşırı gereksiz bir kitap.

Diğer öğretmenler de bundan aşağı kalmayacak gibi görünüyor. E bize 3 günde bir okumamız gereken kitaplar söylenirse biz nasıl ödev hazırlayacağız? Ya da şu daha önemlidir; bizim okumak istediğimiz hiç kitap yok mu? Kitaplar zorunluluk olarak burnunun dibine sürüldü mü insanın okuyası gelmiyor. İnsanı kitap okumaktan soğutmak için birebir.

Tabi sözel ders öğretmenlerinin fen sınıflarına göstermediği bir "Türk" takıntısı var ki o iyice soğutuyor insanı dersten. Derslerde Türk'lüğün sanki anlamıyormuşuz gibi sürekli önümüze sürülmesi sahiden can sıkıcı. Ya da şiir, roman ya da yazar falan araştırıyorsan bunlar Türk olacak. Türk edebiyatı dışında bir şey öğrenmemiz gerekiyor sanki. Nedir kardeşim bu? Ben gazeteci olmak istiyorum sadece bu ülkeyle sınırlı kalmayacağım ya. İstediğim kişiden, eserden etkilenirim sana ne!

Bu satırlarda yazdığım şeylerin hangisi fen sınıflarının başında var acaba? Hiçbiri. Ama onların artı olarak tarih, coğrafya gibi dinlendirme dersleri var.

Hala fen sınıfında okumanın daha zor olduğunu söylemeyin lütfen!

Haydi bakalım!

Evet bu başlıkla KültürlüK yayın hayatına başlıyor. KültürlüK nasıl bir blog olacak? Hemen her şeyden biraz olacak bu blogda. peki bu hemen her şeyin içine giremeyenler neler:

-Siyaset
-Dergilerde bahsedilmediği sürece spor bolgda yer vermeyeceklerim.

Çevrede o kadar çok spor blogu var ki artık benimkinde de bulunması gereksiz diye düşünüyorum. Ama spor hakkında ilgiliyimdir. Hayatımın %50'sini edebiyat, sinema, tiyatroya ayırdığımı söylemiştim gerisi zaten spora ayrılmıştır. Ama yer vermeyeceğim spora.

Haydi bakalım. Hoşgeldim bu düyaya.